Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu -->

7 Mart 2023 Salı

TAKVİM 6

Hak Yolcusuna Öğütler

Tasavvuf büyüklerinden Ebu Abdurrahman Sülemî hazretleri [kuddise sırruhû], manen yol almak isteyenlere şöyle nasihat ediyor: Nefsinle mücadele edip dinî vazifelerini yerine getirmeye devam et. Helal lokma ye. Haram ve şüpheli şeylere bakma. Dilini edebe aykırı, çirkin sözler söylemekten muhafaza et. Kalbini devamlı gözetim altında tut. Sırrına riayet et, onu koru. Mahlukata ve insanlara şefkatli ol. Manevi yakınlığın verilmesi için Allah Teâlâ’ya çokça yalvar, O’na sığın. Kendini kına, kusurlarını kabul et ve nefsin hakkında kötü zan besle. Onun kusurlu olduğunu hiçbir zaman unutma, insanlar hakkında ise iyi şeyler düşün. Allah Teâlâ’nın veli kullarını, salihleri içten bir muhabbetle sev. Fakirlere ihsan ve iyilikte bulun. Güzel ahlâka sahip olmaya çalış.


İyi Geçinmek

Bu dünyada, iyi kimselerle olduğu gibi, kötü sayılan kimselerle de ilişkilerimiz olur. Hiç kimseyi hor hakir görmeden herkesle insani münasebetlerimizi devam ettirmek esastır. İnsanlarla hoş geçinmenin, yumuşak davranmanın, mütevazi olmanın inancımızın bir gereği olduğunu bilmeliyiz. Bu, güzel ahlâkın en birinci esasıdır ve Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] bize böyle öğretmiştir.  

O’nun şu sözleri nasıl bir mümin olduğumuz konusunda ölçüdür: “Mümin, başkalarıyla iyi geçinen ve kendisiyle de iyi geçinilen kimsedir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfette bulunulmayan kimsede hayır yoktur.”


İlim Neye Yarar?

Asr-ı Saadet’ten sadece yüz elli yıl kadar sonra yaşamış olan Zünnûn el-Mısrî hazretleri [kuddise sırruhû] şöyle diyor: “Bizden öncekilerin yaşadığı dönemde kişinin ilmi, dünyaya olan buğzunu ve dünyayı terkini artırırdı. Bugün ise kişinin ilmi, dünya sevgisini ve arzusunu artırıyor. Yine önceleri, kişi ilmi doğrultusunda malını infak ederdi; bugün ise ilmiyle para kazanıyor. Geçmişte alim kişi, kendisini zahiren ve batınen geliştirirdi; bugünse pek çok ilim ehlinin, zahiren ve batınen fesada uğradığı görülüyor.”


Selim Kalp

İnsanların dünyada ve ahirette saadet ve selamete kavuşması, kalbin temizliğine, nefsin tezkiyesine bağlıdır. Şuara Suresi’nde, “O gün ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a selim bir kalple gelenler kurtulurlar.” buyuruluyor. Bu kalpten murat masivadan arındırılmış, nefsani arzulardan kurtulmuş kalptir. Rabbimiz kalplerimizi sağlam, temiz ve itminan olmuş bir kalbe çevirmemizi ferman buyurur. Onun için Allah Teâlâ peygamberleri birer kalb-i selim numunesi olarak ümmetlerine göndermiştir. Tasavvufta amaç da bu selim kalbe kavuşmaktır.



Kim Üstün

Bekr b. Abdullah Müzenî [kuddise sırruhû] şeytanın vesvesesi konusunda dikkatli olmaya davet ederek şöyle diyor: “Eğer şeytan önüne çıkıp ‘sen falanca müslümandan daha üstünsün’ derse, dikkatli ol ve o müslüman kardeşin senden büyükse şöyle söyle: ‘Bu kardeşim benden önce müslüman olup, benden daha çok salih amel işlemiştir. Onun için o benden daha üstündür.’ Eğer senden küçükse ‘Ben günahlarda onu geçtim. Bu bakımdan o benden daha hayırlıdır’ de. Eğer sana ikramda bulunan ve hürmet gösteren müslüman kardeşinle karşılaşırsan ‘Bu, Allah Teâlâ’nın bir ihsanıdır’ de. Eğer onlardan bir cefa görürsen ‘Bu, yaptığım bir günahtan dolayıdır’ de” 


Niyetimiz Ne?

Fazl b. Ziyâd [rahmetullahi aleyhi anlatı­yor: Ahmed b. Hanbel’e, "işlerimizde niye­timiz nasıl olmalıdır?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: "İnsan nefsinin fenalıklarını tedavi eder, bir iş yapacağı zaman da in­sanların beğenisini değil, Rabb’inin rızasını arzu eder.” Yani iş ve amellerde niyet, nef­si temizlemeye ve sadece Allah'ın rızasını gözetmeye yönelik olmalıdır.


Ölümü Sevmek

Mirza Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretle­ri [kuddise sırruhû] şöyle diyor: “Ölümü sevmeyene şaşıyorum. Halbuki ölüm Allah’ın huzuruna çıkmaktır. Sevgili Peygamberimiz’in ziyaretine gitmek­tir. Allah dostlarına erişmektir. Değerli insanlarla buluşmaktır. Ben din büyük­lerinin ziyaretine özlem çekiyorum. Hz. Muhammed'in [sallallahu aleyhi ve- sellem], Halilürrahman Hz. İbrahim'in [aleyhisselâm] yanına gitmeyi çok isti­yorum."


Gönlü Allah’a Adamak

Cüneyd-i Bağdadî hazretlerine [kuddi- se sırruhû], “Allah’a yönelmenin, gönlü O’na adamanın yolu nedir?" diye sorul­du. “Günah işlemeye son veren bir tövbe, ibadetleri ertelemeyi yok eden bir Allah korkusu, salih amelleri işlemeye yönel­tecek bir ümit, devamlı Allah'ı zikretmek, kendini ölüme yakın, emellerine uzak kabul ederek nefse muhalefet etmektir” cevabını verdi. Bunun üzerine, “Peki, kul bu hale nasıl ulaşır?" diye soruldu. “Saf, tevhid dolu bir kalple" buyurdu.


Yaşadığımız An

Şakîk-ı Belhî [rahmetullahi aleyh] şöyle söylüyor: “Geçmişte yapılamayan işlerin hasreti ve gelecekte olacak işlerin tasası, insanın içinde bulunduğu vaktin bereketini alır, onu gereğince değerlendirmesine en­gel olur.’

Geçmiş yaşandı bitti. Onun için yapılacak tek şey günahlarımız için af dilemektir. Gelecekte ne olacağını da bilemeyiz. Fakat şimdi yaşayacaklarımız yarına da sonrası­na da etki eder. Öyleyse önemli olan şim­diki anı güzelce değerlendirmek, yarına da iyi bir etki bırakmaktır.


Yüce Makamların Yolu

İkinci bin yılın yenileyicisi İmam Rabbânî [kuddise sırruhû] şöyle buyuruyor: “Peygamber Efendimiz’e [sallallahu aleyhi vesellem] tabi olan kâmil kimseler için, herkesin eline geçmeyen yüce makamlardan fazlasıyla pay ayrılmıştır. Eğer bu en yüksek velâyeti elde etmek, bu yüksek mertebeye ulaşmak istiyorsanız, O’nun sünnetine sımsıkı sarılın.”


Kapı Her Zaman Açık

Ebu Abdurrahman Sülemî [kuddise sırruhû] anlatıyor: Bir gün Rabia Adeviyye [kuddise sırruhû], Salih Murrî’nin meclisine uğradı. O esnada Salih Murrî: “Her kim kapıyı çalmaya devam ederse, kapının kendisine açılması umulur” diyordu. Bu sözü işiten Rabia Adeviyye şöyle dedi: “Hayır, doğrusu kapı açık! Fakat sen o kapıdan girmiyor, kaçıyorsun! Daha bu yolda attığın ilk adımda hata edersen maksada nasıl ulaşacaksın?”


Beş aylık Ceza

Sahabe sonrası ikinci neslin (Tebe-i Tabiîn) büyüklerinden ve ilk sufîlerden Süfyan-i Sevrî [kuddise sırruhû] bir defasında buyurdu ki: “İşlediğim bir günahtan dolayı tam beş ay, gece ibadetinden mahrum bırakıldım.” “O günah neydi?” diye sorulduğunda da şu cevabı verdi: “Ağlayan bir adam görmüştüm. İçimden, ‘Bu adam gösteriş yapıyor!’ demiştim.”


İslâm Gemisi
Şeyh Abdurrahman-ı Tahî [kuddise sırruhû] şöyle diyor: “Bu dünya bir tufan, İslâm ise bir gemidir. İnsanların çoğu bile bile işlemiş oldukları günahlarla İslâm gemisini batırmak isteyen rüzgâra benzer. Kim İslâm gemisini korur ve esen rüzgârlardan korunursa Allah’a yakın kullardan olur.”

Kalp Katılığı
Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretlerine [rahmetullahi aleyh] bir adam gelerek: “Kalbimin katılığından şikâyetçiyim, ne yapmam gerekiyor?” dedi. Hazret ona şu tavsiyede bulundu: “Zikir meclislerine devam et, zikir ehli kimselerle otur.”

Üç Öğüt

İmam Cafer-i Sadık [rahmetullahi aleyh] şöyle nasihat ediyor: Allah sana bir nimet verdiğinde kalıcı olmasını istiyorsan Allah’a çokça şükret. Rızkının sana yavaş ulaştığını gördüğünde, rızık hususunda sıkıntı çektiğinde çokça istiğfar, tövbe et. Başına sultandan veya başkasından sıkıntılı bir şey geldiğinde “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah/Güç ve kuvvet ancak Allah’ın yardımı iledir” sözünü çokça söyle. Muhakkak ki bu söz kurtuluş anahtarı ve cennet hazinelerinden bir hazinedir.


İNSANLARDAN BİRŞEY İSTEME

İbn Ebî Müleyke [rahmetullahi aleyh] anlatıyor: Ebu Bekir Sıddîk [radıyallahu anh] bindiği devenin yuları elinden düştüğünde kendisi deveden iner ve alırdı. Yine bir gün böyle yaptığında etrafındakiler kendisine, “Bize deseydin sana onu verirdik” dediler. Ebu Bekir [radıyallahu anh] onlara şu cevabı verdi: “Allah Resulü [sallallahu aleyhi vesellem] bana insanlardan kendim için bir şey istemememi buyurdu.”


Bir defasında Muhammed b. Ka’b hazretlerine [rahmetullahi aleyh] soruldu: “Allah Teâlâ’nın bir kimseden yardımını kesmesinin, onu kendi haline bırakmasının alameti nedir?” Şu cevabı verdi: “Kişinin iyi, hayırlı olan şeyleri kötü görmesi, kötü olan şeyleri ise iyi görmesidir.”


Büyük âlim Muhammed b. Sirin [rahmetullahi aleyh] bir gün bir konuya dair fetva verdiğinde onu övmek isteyenler, “Sahabe-i Kiram olsaydı bundan daha güzel fetva vermezlerdi” dediler. Bunun üzerine onlara şöyle dedi: “Şayet onların fıkıh bilgilerini, anlayışlarını dahi öğrenmek istesek, akıllarımız bunu idrake güç yetiremezdi.”


Mâlik b. Dînâr hazretleri [kuddise sırruhû] anlatıyor: Bir gün Hasan-ı Basrî’ye sordum: - Dünya içinde en ağır (belalı) şey nedir? - Gönlün (manevi kalbin) ölmesidir, buyurdu. - Gönül neden ölür, dedim. - Dünyayı sevmekten, dedi


Fudayl b. İyaz [kuddise sırruhû] şöyle buyuruyor: “Şunlar münafığın alametlerindendir: Kendisinde olmayan bir özellikle methedilmekten hoşlanması, kendisinde bulunan bir özellik sebebiyle kötülendiğinde bundan nefret etmesi, ayıplarını gören kimseye kızması ve akranlarından birinin ayıbını işittiği zaman buna sevinmesi.”


İnkar bir çıkmazdır

İnsanı Allah’a götüren yollar yıldızların sayısı kadardır. İnkâra götüren yolların sayısı ise mantıklı ve vicdanlı olunduğu takdirde yok denecek kadar azdır. Hakikatin karşısında yer alanlar, inkârlarına gerekçe olarak çeşitli bahaneler ileri sürerek haklılık iddiasında bulunurlar. Ancak gerekçeleri, tutarlı olmadığı gibi bazı temelsiz ön yargılardan oluşmaktadır. İnkarcıların çoğu sadece zanna uyuyor. Oysa zan hiçbir şekilde gerçek ve kesin bilginin yerini tutamaz. Allah Teâlâ, “Ne dersiniz, size Allah’ın azabı gelse yahut kıyamet vakti gelip çatsa size, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız?...” (En‘am 6/40) ilahi hitabıyla inkârcıların, Allah’a yalvarmaktan başka bir çıkar yol bulamayacaklarını haber vermektedir. İnkârın bir çıkmazda olduğunun diğer göstergesi de peygamberlerden Allah’ın varlığını ispat için delil istemeleridir. Şayet ellerinde inkâra dair bir delil olsaydı bunu ayrıca talep etmezlerdi. Çünkü iman sonradan oluşan, insanların ortaya çıkardığı bir şey değildir. Buna rağmen inkâr insana sonradan bulaşır, sonradan öğretilir, sonradan yayılır.


Sabah ve akşam okunabilecek dualar

Allah’ım! Kederden, üzüntüden, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, borç yükünden ve insanların kahrından sana sığınırım. (Buhârî, Et‘ıme, 28) Allah’ım! Dalalete düşmekten veya dalalete düşürmekten, hataya düşmekten veya hataya düşürmekten, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, cahillik etmekten veya cahillikle karşılaşmaktan, sana sığınırım. (Ebu Dâvûd, Edeb, 112) Allah’ım! Bedenime sağlık ver, gözüme sağlık ver, son nefesime kadar beni sağlıklı eyle. (Tirmizî, De'avât, 66) Allah’ım! Bana kendi sevgini ve senin yanında sevgisi bana fayda verecek kimsenin sevgisini ver. (Tirmizî, De'avât, 73) Allah’ım! Bütün işlerimizin sonucunu güzel eyle, dünyada rezil olmaktan ve ahiret azabından bizi koru. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/181) Allah’ım! Günahımın küçüğünü büyüğünü, öncesini, sonunu, ,açığını ve gizlisini, hepsini bağışla! (Müslim, Salât, 216) Ey kalpleri halden hâle çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl. (Tirmizî, Deavât, 124)


İslam'a adanmış bir ömür: Ümmü Seleme (r.anh)

Ümmü Seleme, eşi ile birlikte Hz. Peygamber’in davetine uyarak ilk Müslümanlardan olmuştur. Beş yıl boyunca türlü eziyetlere katlandıktan sonra çareyi, Habeşistan’a göç eden ilk Müslüman gruba katılmakta buldular. İnançlarını serbestçe yaşayabilmenin huzuru gurbetin acısını bir nebze unuttursa da Mekkeli müşriklerin Müslüman oldukları haberi üzerine memleketlerine geri döndüler. Ümmü Seleme, Akabe biatlarından bir yıl önce kocasıyla beraber Medine’ye hicret etmek üzere yola çıktıysa da eşinin ailesi izin vermedi. Bunun üzerine eşi Ebû Seleme yolculuğuna devam ederken Ümmü Seleme ise ancak bir yıl sonra ve yalnız başına Medine’ye hicret edebildi. İslam uğrunda geçen bir hayat içerisinde ‘müminlerin annesi’ olmakla şereflenen Ümmü Seleme’nin Hudeybiye’de Hz. Peygamber’e tavsiyede bulunması, problemlere anında çözüm bulabilme yeteneğine işaret eder. Okuma-yazma bilmesi, şiir söylemesi, hadis rivayet etmesi ve fetva vermesi de zeki ve akıllı olduğunu gösterir.


Huzur ve barışın tecellisi: Selâm

Selâm, her türlü bedenî ve ruhi hastalıklardan, eksiklik ve kusurlardan uzak; selamette, barış ve esenlik içinde olma anlamlarına gelir. Evlerimize her girişimizde bolluk, bereket ve esenlik dileği olarak selam vermemiz emredilmiş (Nur, 24/61); Allah’ın es-Selam ismiyle selamlaşmak Müslümanlık alameti sayılmıştır (Nisa, 4/94). Ayrıca boş işlerle uğraşanlar ya da etrafına sataşanlarla karşılaşıldığında selamet dileyip uzaklaşmamız istenmiştir. (Kasas, 28/55) Müslüman kelimesi de ‘Selam’ ismiyle aynı kökten gelir ve hem Allah’a teslimiyeti hem de bunların neticesi olarak selamete ulaşmış olmayı ifade eder. Böylece Allah’ın ‘Selam’ isminin tecelli ettiği “Müslüman, elinden ve dilinden insanların selamette olduğu” kimsedir. Kalbini yalnız Allah’a teslim eder; şirkten, günahtan, kinden, hasetten ve Allah’a muhalefet etme duygusundan kurtarır. Bu hasletlere sahip bir kişi hem bütün Müslümanlara karşı iyi niyet besler hem de bulunduğu çevreye huzur ve güven verir.


İbadeti yerine getirmeyenlere herhangi bir ceza var mıdır?

Allah Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’de belirlediği cezalara had cezaları denir. Resûlü’nün (s.a.s.) belirlediği ve dünyada verilecek herhangi bir ceza söz konusu değildir. İbadetleri terk etmenin hırsızlık suçunda, adam öldürmede olduğu gibi dünyevi bağlamda had cezası yoktur. Ayet ve hadislerde ibadetlere yönelik çok fazla emir ve teşvik, terkedilmesi durumunda ise birçok uyarı bulunmaktadır. Allah’ın farz kıldığı ibadetler terkedildiğinde kişi günaha girmiş olur. Bu nedenle ibadetleri yerine getirmek her Müslümanın görevidir. İhmal edilmemelidir. Dolayısıyla terkedilen ibadetler nedeniyle girilmiş olan günahların da ahirette cezaları vardır. Bu cezaların süresi belli değildir. Cehennemliklere "Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?” diye sorulduğunda onlar şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik; yoksulu doyurmuyorduk; (günaha) dalanlarla birlikte biz de dalıyorduk, ceza gününü de asılsız sayıyorduk, sonunda bize ölüm geldi çattı.” (Müddessir, 74/42-47)


Abdest: Bedenimize sağlık, ruhumuza huzur

İslam’a göre, temizlik, imandan gelen bir sorumluluktur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz de “Temizlik imanın yarısıdır.” (Tirmizî, Deavât, 86) buyurmuştur. Bu yüzden mümin tertemiz bir bedene, huzura ermiş bir kalbe, günahlardan arınmış bir ruha sahip olmak için abdest alır. Böylelikle de maddî ve manevî yönden temizlenerek Allah’ın huzuruna pak ve nezih bir şekilde çıkar. Mümin, abdesti hem ibadet sevabı kazandıran hem de kendisini kirden ve mikroptan koruyan büyük bir nimet olarak görür. İslam’ın direği, müminin miracı olan namaza abdestle hazırlanır. Kur’an-ı Kerim okumadan önce abdest alır. Kâbe’yi abdestli tavaf eder. Böylece mümin, bir yandan en çok kirlenen uzuvlarını her gün en az beş kere temizler, diğer yandan da Peygamber Efendimizin şu müjdesine nail olur: “Her kim abdest alır ve abdestini güzelce almaya özen gösterirse, günahları vücudundan çıkar, hatta tırnaklarının altından süzülür gider.” (Müslim, Tahâret, 33)



Babasının annesi: Fâtıma bin Muhammed (r.anha)

Miladi 609 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber’in en küçük kızıydı. Lakabı “beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın” anlamına gelen Zehra idi. Ama “iffetli ve namuslu kadın” anlamındaki Betül lakabıyla da anılmıştı. Resûlüllah’ın terbiyesiyle yetişen Hz. Fatıma onun hem hayâ ve edep gibi özelliklerine, hem de konuşma tarzından yürüyüşüne kadar birçok vasfına sahipti. Hz. Peygamber gibi sade bir hayat yaşamıştı. Resûlullah, Hz. Fatıma’yı görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, ona iltifat edip yanına veya kendi yerine oturturdu. Fâtıma da babasına çok düşkündü. Onun üzülmesine hiç dayanamazdı. Bu yüzden en zor zamanlarında bir anne şefkatiyle yanında olmuştu. Bu yüzden Peygamberimiz onu “ümmü ebîhâ” (babasının annesi) diye sever, “Fâtıma benden bir parçadır. Ona eziyet veren şey bana da eziyet verir.” derdi. (Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 94) Hz. Fatıma, Rasulüllah’ın ölümünden beş buçuk ay sonra 3 Ramazan 11 tarihinde vefat etmişti. Cenaze namazını Hz. Abbas veya Hz. Ali kıldırmıştı. Vasiyeti üzerine de Cennetü’l-Bakî’a defnedilmişti.



Zü'l hicreteyn: Cafer b. Ebû Tâlib (r.a)

Müşriklerin eziyetlerinden ötürü öz yurtlarını terk etmek durumunda kalan müminlerden bazıları Habeşistan’a doğru yola koyuldular. Resûlullah, bu kutlu yolculuğa çıkacak ikinci kafileye amcasının oğlu Cafer b. Ebû Tâlib’i başkan tayin etti. Cafer (r.a), Habeşistan da başkanlık görevini hakkıyla yerine getirerek müminleri en güzel şekilde temsil etmişti. Burada kaldıkları sürece onları kimse rahatsız etmedi. Rasûlullah, Müminlerin Medine’de huzurlu bir yaşantıya kavuşmalarının ardından hicretin yedinci yılında Habeşistan Kralı Necâşî’ye yazdığı bir mektupla onların geri gönderilmesini istedi. Bunun üzerine Cafer (r.a) Medine’ye hicret etmişti. Ashab arasında cömertliğiyle meşhur olup “Ebu’l-mesâkin (muhtaçların babası)” diye anılan Cafer b. Ebû Tâlib bundan böyle “Zü’l-hicreteyn (iki hicret sahibi) ismiyle şöhret buldu. Fakat ashabla birlikteliği çok üzün sürmedi. Cafer (r.a.) bir yıl sonra Bizans’la yapılan Mute Savaşı’nda henüz kırk yaşındayken şehit düştü.


MÜRİDİN EDEBİ

Nakşibendî yolunun büyüklerinden Mevlâna Halid Bağdâdî [kuddise sırruhû] Hak yolcusunun niyet edebini şöyle açıklar: “Mürid, öncelikle kalbini mürşidi vesilesiyle, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah’a yöneltmelidir. Bunu da sadece Hak Teâlâ ve O’nun rızası için yapmalıdır. Yani niyeti dünya ve ahirete ait birtakım çıkar ve maksatlar olmamalıdır. Evliyalık, insanları etkilemek, irşat etmek, bâtınî haller gibi Allah Teâlâ’nın rızası dışındaki gayelerden hiçbiri olmamalıdır. Allah Teâlâ’ya yönelmekteki maksat, ancak O’na kulluk etmek olmalıdır.”

HAK DOSTLARINDAN HİKMETLER
Hazret-i Mevlânâ bir kıssa nakleder: "Adamın biri her zaman «Allah Allah» diye zikreder, bu zikirden ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı. Bir gün şeytan gelip: «-Ne diye durmadan 'Allah Allah" deyip duruyorsun. Bunca zamandır 'Allah" demene karşılık bir kerecik olsun Allah sana; "Buyur kulum, ne istiyorsun ?" dedi mi? Daha ne kadar "Allah" deyip duracaksın?» dedi. Bunun üzerine Allah'ın adını dilinden düşürmeyen adam zikri bıraktı. Gönlü kırık bir halde yattı, uyudu. Rüyâsında Hızır (a.s.)'ı gördü. Hazret-i Hızır ona, neden zikri bıraktığını sordu. Adam: «-Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. Hak katından; "Buyur kulum!" sesi gelmedi. O'nun kapısından kovulmaktan korktum.» dedi. Bunun üzerine Hızır (a.s.), adama şu hikmetli karşılığı verdi. «-Ey Allah'ın kulu ! Senin 'Allah" demen, Allah'ın; "Buyur kulum!" demesidir. Allah, isminin zikrini herkese nasip eder mi? Senin `Allah" diyebilmen, Allah'ın sana duyduğu sevginin işaretidir.» Bunu duyan adam kalkıp istiğfarda bulundu ve tekrar Allah'a zikre devam etti." 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder